Fransa karanlık ve kanlı sömürgeci geçmişiyle yüzleşmeli

Fransa Cumhurbaşkanı Macron “Sömürgecilik Fransa Cumhuriyeti’nin büyük ve ciddi bir hatasıydı” dedi. Sömürgecilik barbarlıktı ve bununla yüzleşilmeli; ayrıca bütün kurbanlarından özür dilenmeli”ydi.


Fransa karanlık ve kanlı sömürgeci geçmişiyle yüzleşmeli

Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron Fildişi Sahili Cumhuriyeti’nin eski başkenti Abidjan’da “Sömürgecilik Fransa Cumhuriyeti’nin büyük ve ciddi bir hatasıydı” dedi ve devam etti: “Fransa’nın Kıta’daki varlığı sıklıkla hegemonik sömürgeci bir güç şeklinde algılanıyor”. Fildişi Sahili Devlet Başkanı Alassane Ouattara’yla beraber yaptığı basın toplantısında, Macron sömürgeciliğin geçmişte kaldığını ima ederek Fildişi Adaları nezdinde bütün Afrika’ya bir çağrıda bulundu: “Artık bu sayfayı çevirelim!” Nasıl mı? “Afrika Kıtası’nın nüfusu genç ve mesela Fildişi Sahili’nde nüfusun dörtte üçü hiç sömürge dönemini yaşamadı” dedi. Üstelik sömüren ülkenin cumhurbaşkanı olarak, sayfanın çevrilmesi yönünde, Afrikalılar için bir fırsat daha sundu: “Ben de sömürge dönemi kuşağından değilim. Dilerim ki bu genç Afrika Fransa’yla çok daha verimli yeni bir dostluk için bir araya gelsin”.

Sömürge yönetimi altındaki Afrikalıların 20. yüzyılın ikinci yarısına doğru bulunduğu her bağımsızlık talebi girişimi -mesela Madagaskar’da, mesela Kamerun’da, mesela Cezayir’de- yüzbinlerce insanın acımasızca öldürülmesiyle neticelendi. Bazıları 1960’dan itibaren bağımsızlıklarını kazandığında dahi, Fransa ayrılmadan önce ülkeyi yok etmesin diye, “sömürge borcu” adı altında bu ülkeyle borç anlaşması yapmak zorunda kaldı. 

Cumhurbaşkanı Macron’un “hataydı” diye söz ettiği bu geçmiş, ülkesinin 16. yüzyıldan 1960’a kadar dünyanın dört köşesinde, en geniş ve en güçlüsünü de Afrika’da kurduğu devasa bir sömürge imparatorluğunun ve cumhuriyetin yaptıklarıydı. Fransa İngiltere ve Portekiz gibi 15. yüzyıldan itibaren Afrika’yı soymuş, milyonlarca Afrikalıyı topraklarından söküp köle yapmış, Amerika’ya ve Karayipler’e getirmişti. Tütün, pamuk, şeker, pirinç üretimi için çalıştırılan kölelerin hayat koşulları o kadar ağırdı ki içlerinde 10 yıldan fazla yaşayabileni yoktu. Bu uygulama daha sonra kurumsal bir nitelik kazandı. Fransa için siyah köleler “mobilya” kategorisindeydi. 14. Louis döneminde “Siyah Yasa” adıyla çıkarılan mevzuatın 44. maddesine göre, siyahlar açık arttırmada satılabilirdi; 28. maddesine göre, köle hiçbir şeyin sahibi olamazdı; 30 ve 31. maddeye göre ise herhangi bir şekilde olayın kurbanı dahi olsa adalet mekanizmasından istifade edemezdi. Köle ancak sahibine tokat vurur yahut onun atını ya da ineğini çalarsa, 35. maddeye göre ölüm cezasına çarptırılırdı; 38. maddeye göre kaçmaya kalkarsa kulakları kesilirdi.

Fransa köleliği 27 Nisan 1848’de kaldırdı. On dokuzuncu yüzyılda, ikinci sömürge döneminde ise Afrika’da “medenileştirme misyonu” söz konusuydu artık. Fransız Devrimi ile birlikte, “Batılı olmayan dünyanın Fransız medeniyetine ihtiyaç duyduğu” kabulü en başta Afrika için geçerliydi. Fransızlar Afrika’daki “ilkel insanlara” medeniyet taşıyacaktı. 1889’da Paris’te “Eşitlik, adalet, dayanışma” sloganlarıyla Fransız İhtilali’nin yüzüncü yılı kutlanırken, “Exposition Coloniale” etkinlikleri dâhilinde sömürge ülkelerinden getirilen insanlar da “insan hayvanat bahçelerinde” (Zoos Humains) kafesler içinde sergileniyordu. Demir kafeslerin üzerine not da bırakılmıştı: “Yiyecekleri verildi; lütfen yiyecek vermeyin!”

Fransa’da bu ikinci sömürge döneminde önce, sömürgeler için bir bakanlık (1894) ve bu arada sömürgelerde görev yapacak idari kadronun yetiştirilmesi için de Paris’te Sömürge Okulu açıldı. Sömürgelerde yaşayanlar “zorla çalıştırılma”, “yargılamadan hapsedilme” ve “vergilendirmeye” katlanmak zorundaydılar. Kölelik kalkmıştı ama Afrikalılar hâlâ o kadar ağır koşullarda çalıştırılıyorlardı ki ölüyorlardı. Tarihçi Antoine Madounou’nun tespitine göre, mesela Afrika’dan çıkacak malların daha kolay taşınması için 1921’de Kongo’yu uçtan uca kesen bir hat olan Pointe-Noire ve Brazzaville arasındaki demiryolu inşaatında, ağır koşullara dayanamayan 30 bine yakın insan öldü. Bu insanlar sadece çalıştırılmadılar, Fransa için savaştırıldılar da. Birinci Dünya Savaşı’nda Fransız bayrağı altında 135 bini Avrupa’da olmak üzere 200 bin Afrikalı savaştı.

Sömürge yönetimi altındaki Afrikalıların 20. yüzyılın ikinci yarısına doğru bulunduğu her bağımsızlık talebi girişimi -mesela Madagaskar’da, mesela Kamerun’da, mesela Cezayir’de- yüzbinlerce insanın acımasızca öldürülmesiyle neticelendi. Bazıları 1960’dan itibaren bağımsızlıklarını kazandığında dahi, Fransa ayrılmadan önce ülkeyi yok etmesin diye, “sömürge borcu” adı altında bu ülkeyle borç anlaşması yapmak zorunda kaldı. Mesela Togo için 1963’te bu borç ülke bütçesinin yarısına yakındı. Diğer taraftan, bağımsızlıktan sonra, 1961’den itibaren 14 Afrika ülkesi Benin, Gine Bissau, Fildişi Sahili, Mali, Çad, Togo, Kongo Brazzaville, Ekvator Gine’si, Gabon, Orta Afrika Cumhuriyeti, Nijer, Senegal, Burkina Faso ve Kamerun yaptıkları anlaşmalar neticesinde ulusal rezervlerini Fransız Merkez Bankası’nın kontrolüne verdi. Eski cumhurbaşkanlarından Jacques Chirac bir keresinde “Demokrasi Afrika için lüks” demişti. Nitekim 1960’dan sonra, Afrika’da eski Fransız sömürgesi olan 16 ülkede birbiri ardınca askeri darbeler gerçekleşti. Askeri darbeleri de iç savaşlar takip etti; bazen de Fransa’nın desteğinde kurulan diktatörlükler. Fransa’dan bağımsız siyaset izlemek isteyen devlet adamları ise lejyonerler tarafından girişilen darbelerin kurbanı oldu. Demokrasi Afrika için lüks değil, ölüm demekti!

Macron’un “hata” diye söz ettiği bu geçmişi, Cumhurbaşkanı Chirac şöyle özetliyordu: “Biz dört buçuk asır boyunca Afrika’nın kanını akıttık. Sonra hammaddelerini gasp ettik, yağmaladık. Din adına kültürlerini yıktık. Bugün tabii bu nev’i şeyleri daha usturuplu, daha şık yapmak gerekiyor. Şimdi burs vererek en önemli beyinlerini aşırıyoruz. Sonra ‘Afrika elit çıkaramıyor’ diyoruz, onun pahasına zenginleştikten sonra ona ders veriyoruz”. 2001 Ocak ayında, Fransa-Afrika zirvesi için gittiği Kamerun’un başkenti Yaounde’de, gece yarısı elinde bira bardağı olduğu halde birkaç gazeteciyle sohbet ederken Paris Başpiskoposunun bir mektubuna cevaben sarf ettiği bu sözler, cumhurbaşkanlığı süresinin bitmesine 2 ay kala, 2007’de Le Monde gazetesinde yayımlandı. Chirac cumhurbaşkanlığından sonra verdiği bir röportajda da durumu şöyle özetlemişti: “Bir şey unutuluyor. Fransızların cüzdanındaki para sadece buradan değil belki, ama büyük bölümü yüzyıllardır Afrika’nın sömürülmesinden geliyor. Cömertlikten söz etmiyorum, bir parça sağduyu, adalet… Onlardan alınanın geri verilmesi için… Bu, yakın gelecekte karşılaşılabilecek çok kötü siyasi sonuçlar ve sarsıntılardan kaçınmak için o kadar gerekli ki!” Fakat Chirac Fransa’nın Yahudi soykırımındaki rolünü tanımasına karşılık, ülkesinin Afrika ve sömürge geçmişi konusunda herhangi bir resmi adım atmadığı gibi, resmi bir itirafta dahi bulunmadı.

Macron’un Cumhurbaşkanı sıfatıyla bugün “hata” diye tanımladığı bu geçmiş, 2017’de seçim kampanyası sırasında Cezayir’in Echorouk News televizyon kanalına verdiği röportajdaki ifadesine göre ise “İnsanlığa karşı suçtu. Sömürgecilik barbarlıktı ve bununla yüzleşilmeli; ayrıca bütün kurbanlarından özür dilenmeli”ydi. Buna karşılık Macron, resmi ağızla, kendi sözlerine nispetle çok geriye düşerek dahi olsa Fildişi Sahili’nde yaptığı bu açıklamayla, bazı tarihçilere göre Fransa’daki bir tabuya ilk kez darbe indirdi. Neticede, bugüne kadar hiçbir cumhurbaşkanı “Cumhuriyetin büyük hatası” diyerek de olsa bu tabuya dokunmamıştı. O halde Macron alkışlanmalı mı?

Dört buçuk asır boyunca “kölelik, sömürgecilik ve yeni sömürgecilik” kurbanı olan Afrika kıtasında köprünün altından çok sular aktı ve akmaya devam ediyor. Fransa’nın Afrika’daki varlığı, nüfuzu, egemenlik çabaları ve yöntemleri her geçen gün Afrika uluslarının daha fazla tepkisini çekiyor. Tam da Macron’un söylediği gibi “Fransa kıtada hegemonik bir güç olarak algılanıyor”.

Dünyanın en zengin ve en gelişmiş 7 ülkesinden, Avrupa Birliği’nin iki kurucu ülkesinden biri olan Fransa’nın yerini muhafaza etmek için eski sömürgeleriyle yeni tip bağlar geliştirmek zorunda olduğu sır değil. İki dönem cumhurbaşkanlığı yapan sosyalist lider François Mitterand 1957’de Cezayir’de bağımsızlık savaşı başladığı dönemde içişleri bakanı sıfatıyla şöyle söylemişti: “Afrika olmadan Fransa’nın 21. yüzyılda hiçbir tarihi olamaz”. Jacques Chirac ise cumhurbaşkanıyken şöyle demişti: “Afrika olmadan Fransa üçüncü dünya gücü seviyesine iner”.

Fransa açısından önemli olan sadece Afrika’nın zenginliğine erişmek ve onları kontrol etmek de değil, eski sömürge ülkeleri bunun yanı sıra BM Güvenlik Konseyi’ndeki yeri için de gerekli. Fransa’nın halen Orta Afrika Cumhuriyeti, Gabon, Senegal ve Fildişi Sahili ile arasında halen devam eden savunma işbirliği anlaşmaları, Paris’e bu ülkelere doğrudan askeri müdahalede bulunma imkânı da veriyor. Fransa’nın en büyüğü Çad’da olmak üzere, Fildişi Sahili, Gabon ve Senegal’de toplam dört askeri üssü var. Afrika’nın güneydoğusunda Angola, Gabon ve Kongo Fransa’nın petrol çıkardığı ülkeler. Elmas ve koltan madeni temin ettiği Orta Afrika Cumhuriyeti, Demokratik Kongo Cumhuriyeti ve diğerleri Fransa için çok kıymetli.

Oysa dört buçuk asır boyunca “kölelik, sömürgecilik ve yeni sömürgecilik” kurbanı olan Afrika kıtasında köprünün altından çok sular aktı ve akmaya devam ediyor. Fransa’nın Afrika’daki varlığı, nüfuzu, egemenlik çabaları ve yöntemleri her geçen gün Afrika uluslarının daha fazla tepkisini çekiyor. Tam da Macron’un söylediği gibi “Fransa kıtada hegemonik bir güç olarak algılanıyor”.

Fransa cumhurbaşkanının Fildişi Sahili ziyaretinin bir sebebi de, Batı Afrika Ekonomik ve Parasal Birliği (UEMOA) üyesi sekiz ülkenin 74 yıllık sömürge mirası olan CFA frangını bırakarak “eko” para birimine geçeceğini duyurmasıydı. Bu adım ekonun avroya sabitlenmesi nedeniyle kısa vadede sembolik olmaktan öte bir anlama gelmeyecekse de, bu geçmişten çıkmak konusunda yine de mühim. Anlaşılan o ki Fransa cumhurbaşkanını “Sömürgecilik cumhuriyetin hatasıydı” demeye mecbur bırakan da bugünün Afrikası. Yoksa bütün bu ağır ve kapkaranlık geçmişe karşın 1789’dan bu yana “insan haklarının anavatanıyım” diye böbürlenen bir ülkenin yüzleşme iradesinin başlangıcı hiç değil.

[Uzun yıllar Paris'te gazetecilik yapan Belkıs Kılıçkaya 2009'dan bu yana Türk televizyonlarında iç ve dış siyaset üzerine programlar hazırlayıp sunmaktadır]