AİDİYET DUYGUSUNU TADAMAYAN BİR DOÇENTE CEVABIMDIR


İlhan KARAÇAY’ın analizi:

Göçmenlerin ağaç gibi kök salmadığını, ayakları ile yürüdüklerini belirterek, aidiyeti önemsemeyen ‘Akil Adam’ iyi niyetli ama, kültür ve gelenek yoksunu.

Bana göre, ağaçlar toprağa tutunurlar, insanlar ise sevdiklerine ve güvendiklerine…

Ağaçlar topraktan beslenirler, insanlar ise emek ve gayretlerinden.

Geçtiğimiz hafta, Hollanda kabinesine iki Türkiyeli bayanın Bakan oluşları haberleriyle uğraşırken, Günay Uslu’nun okul çağında yaşadığı bir olay dikkatimi çekmişti. Olay şuydu: Günay Uslu, ikinci nesil bir göçmen çocuğu olduğundan dem vururken, sınıfta ders veren doçent şunları söylemiş:

‘Bomen hebben wortels, mensen niet.
Mensen hebben benen waarmee ze lopen en sporen achterlaten.’

Yani, ‘Ağaçların kökü vardır, insanların yok.
İnsanların ayakları vardır, yürümek ve arkada iz bırakmak için.’

Gurbetteki bizler hep ‘kök saldık’ deriz.
İşte bu yanlışmış. Biz sadece yürürmüşüz…
Sadece ağaçlar kök salarlarmış.
Biz insanların ise sadece ayakları varmış ve bu ayaklar yürümemizi sağlarmış.
Bunlar doğru sözlerdir. Ne var ki, yürüyenlerin de, kök salanlar gibi tutundukları yerler vardır. Ağaçlar toprağa tutunurlar, insanlar ise sevdiklerine ve güvendiklerine…

ağaç, açık hava, bitki, orman içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Yukarıda Hollandaca ve Türkçe okuduğunuz anlamlı lafı eden akil kişi ne demek istemiş acaba diye düşünmeyin. Zira adamın ne demek istediği çok açık.
Hani biz hep, ‘Avrupa’ya kök salan atalarımız’ falan deriz ya!
Ardından da, ‘Vatan sevgisi, aidiyet hissi ve vatan özlemi’ deriz ya!
Bunlar hep boş laflarmış.
Akil adam, ‘Ağaçların kökü var, insanların ise ayağı var’ derken, bizim yıllardır beynimize yerleştirdiğimiz vatan sevgimizi, aidiyet duygumuzu ve vatan sevgimizi hiçe saymış ve ‘Boş verin siz bu mavalları. Sizin kökünüz yok, ama ayağınız var. Yürüye yürüye, yeni yerleşim bölgeleri bulacaksınız ve en nihayetinde o yerlerin değerini anlayacak ve seveceksiniz’ diyor.
Öyle anlaşılıyor ki, bu akil adam bu lafı ederken, kendi insanlarının, yani Hollandalılar’ın göç tarihine bakmış ve ondan sonra böyle bir tespit yapmıştır.
Öyle ya, Yeni Zelanda’ya, Avustralya’ya ve Kanada’ya çiftçilik yapmak için gitmiş ve oralarda yerleşmiş Hollandalılar’dan, aidiyet diye bir kelimeyi hiç duymamıştır bu akil adam. Belki özlem vardır ama aidiyet duygusu olmamıştır Hollandalılarda.

Nedir peki bu aidiyet?
Bu konuda değişik açıklamalar var.

Birçok düşünür ve sosyoloğa göre, aidiyet hissinin temelinde iki faktör önemli rol oynar. Bunlardan ilki özdeşleşme, ikincisi ise takdir edilme ihtiyacıdır. Kişinin toplum içerisinde yer edinebilmesi için o toplumun üyelerine, kurallarına ya da kriterlerine uyum sağlaması gerekir. Uyum sağlamak içinse aidiyet duygusu şarttır. Çünkü birey ancak kendisini ait hissettiği ortamlarda bir şeyleri başarabilmek için gerekli olan motivasyonu kendinde bulur.

Ben yukarıdaki açıklamaya katılmıyorum: Örneğin, anayurtlarından koparak yabancı yerlere göç etmiş olan bizler, anayurdumuza karşı bir sevgi, özlem ve vefa borcu çerçevesinde hareket ederiz. Bu duruma da ‘aidiyet’ diyoruz.
İçinde yaşadığımız toplumun kurallarına ve kriterlerine uyma isteğine aidiyet değil, ‘topluma uyum’ denir.

metin, ağaç, su, açık hava içeren bir resim Açıklama otomatik olarak oluşturuldu

Aidiyet konusunu biraz daha ileri götüreyim isterseniz.
Avrupalı Türklerin çok derin aidiyet duyguları vardır.
Bazı aidiyet göstergeleri, yeni nesillerde az görülse de, Avrupa’daki yurttaşlarımız, Türkiye’den gelmiş oldukları köy, kasaba ve şehirlere, az veya çok, ama bir şekilde aidiyet duyarlar. Kendi bölgelerinden gelen insanlarla Avrupa’da kurdukları dernek ve vakıflar, bunun çok açık ve seçik delilidir. Hatta bu aidiyet zenginliğini, dünyanın neresinde Türkçe konuşan topluluk varsa, dini inanışları farklı bile olsa, Avrupalı Türklerin bu topluluklara karşı bir hissiyat, yakınlaşma, sıcaklık veya akrabalık davranışı gösterdiklerini görürüz. Bu özellik, biraz önce yazdığım, içinde yaşanılan topluma uyuma asla engel değildir. Tam aksine zenginliktir. Bunun çevremizde ve dünyada onlarca örnekleri vardır.

‘Ağaçların kökü vardır, insanların ayakları’ diyen akil adam doğru söylüyor ama, belki de 6 veya 7 nesil sonra, şimdi ifade etmek istediği gerçekleşebilir.
Zira, şu anda dördüncü nesil çocuklarımızın yaşadığı gurbet ellerin, ana yerler olabilmesi için, birkaç nesilin daha tükenmesi lâzım.
Belki de aradan 10 nesil geçmesi lâzım. İşte o neslin çocukları, atalarının gelmiş oldukları yerleri belki de hiç anmayacaklardır.
İşte o zaman, ‘Ağaçların kökü vardır, insanların ayakları’ diyen akil adam haklı olabilecektir.

Gerçi, her ne kadar akil adama, bu şartlarda haklı demiş olsam da, teknolojinin, sosyal medyanın ve iletişimin geliştiği bir devirde, Avrupa’daki Türklerin, Türkiye ve dünyanın diğer bölgelerindeki Türkçe konuşanlarla ilişkileri kesilmeyecektir diyebilirim. Eski Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla ortaya çıkan Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarının 20’nci ve 30’uncu yıldönümlerinin kutlanması, Türkiye ile bazı Türk devletlerinin farklı alanlarda işbirliğine girmeleri, bu yönde ortak çalışmalar yapmaları ve bu girişimlerin sosyal medyada yer bulması, Avrupalı Türklerin, kökleriyle olan ilişkilerini sürekli gündemde tutacaktır.

Demek ki yolun yarısındayız. Biz, şimdilik ayaklarımızla yürümeye, Günay Uslu ve diğer başarılı Türk kökenliler gibi başarılı olmaya ve örnek işler yapmaya devam edelim ve takdir toplayalım.
Gazetelerden sadece NRC Haldelsblad değil, de Volkskrant, Trouw, ve diğer gazeteler de bizlerin başarılarını sayfa sayfa yazsınlar. İçinde yaşadığımız toplum için sorumluluk alalım. O zaman, ‘Ağaçların kökü vardır, insanların ayakları’ konusunu tekrar konuşalım, sevgili okuyucularım.

KONUYLA İLGİLİ BİR KİTAP
Mustafa Poyraz’ın derlediği kitabın adı:

AİDİYET, GÖÇMEN VE TOPLUMSAL ÇEŞİTLİLİK

  

Geleneksel yapının koruduğu, biçimlendirdiği ve yönlendirdiği bireyler, bu yapının dağılmasıyla birlikte kendilerini “sahipsiz” ve terkedilmiş bir alanda, bir anlam ve aidiyet arayışı içerisinde buldular. Eski sosyal ilişkilerin ve aidiyet bağlarının çözülmesine karşın, yeni ve insanları mobilize eden başka toplumsallık biçimleri hâlâ sürece damgasını vuramadı. Kentselleşmiş ve giderek çeşitlenen bir dünyada, yeni toplumsallıklar ve dayanışma dinamikleri arayışı modern insanın en önemli kavgası olarak önümüzde durmaktadır.

Bu kitabın amacı, küresel ölçekte hızlanan göçün, değişik kültürleri bir araya getiren hareketliliklerin, farklıların etkileşiminden doğan yeni yaşam pratiklerinin, ortaya çıkan yeni toplumsal sorunların ve sınıfsal pozisyonların doğurduğu yeni toplumsallıklar oluşturma eğilimlerini tartışmaktır. Kendine bir var olma alanı arayan göçmenlerin, geleneksel, dinsel ve milliyetçi yaklaşımları öne çıkarma eğilimine girmeleri ve bunun yarattığı günlük pratikler de tartışma alanlarından birisidir. Dünyanın başka yerlerinde gözlemlenen bu durum, Türkiye’deki göçmen topluluklarını da yakından ilgilendirmektedir.