YUMUŞAK TİFTİKLER DUYGUSUYLA BİR PAZAR GÜNÜ GEÇİRMENİZ DİLEĞİYLE: ANGORA TİFTİĞİ LALE'YE RAKİP Mİ OLACAK?
Türkiye’den getirilen lale çiçeği sayesinde zengin olan Hollanda, meğerse Angora tiftiği ile de büyük paralar kazanmış.
Bir döneme damgasını vuran, Angora tiftiğinden elde edilen sof kumaş, şimdi yeniden Hollanda gündeminde.
Koç Üniversitesi ile işbirliği yapan Durmuş Doğan, tarihteki ticaret merkezi olan Leiden’de düzenlediği sempozyumda, Angora tiftiğini yeniden tanıttı.
Sempozyum’da, Lahey Büyükelçimiz Şaban Dişli ve Leiden Belediye Başkanı Henri Lenferink bulundular ve konuşma yaptılar.
Tam 53 yıl önce yazmıştım Leiden’in Ömer Ağa’sını…
Kocaman bir binanın üzerinde, bir Osmanlı portresinin altında
‘IN DEN VERGULDEN TURK’ ibaresi yazıyordu. Tren istasyonuna yakın bir lokantanın adı da aynıydı.
Yeni gelmiş olduğum ve gazetecilik yapmaya başladığım bu şehirdeki ilk işim, şehir arşivine gitmek ve bu ‘IN DEN VERGULDEN TURK’ ibaresinin neden kullanıldığını araştırmak oldu.
Bulduğum sonuç, önceki gün Durmuş Doğan’ın, Koç Üniversitesi işbirliği ile yapmış olduğu tanıtım ile ilgiliydi. Yani Angora tiftiğini Hollanda’ya getiren ve Sof kumaş olarak İzmir’e götüren Ömer Ağa ile ilgiliydi.
Hollanda’ya ilk gelişimde, arkadaşlık yapmaya başladığım şimdiki eşim Jeanne (Can) ile, üzerinde ‘IN DEN VERGULDEN TURK’ yazılı bir restaurantta oturmuştum. ‘Nedir bu isim’ diye merak ettim ve sordum. Az ötede bulunan Breestraat’taki binanın üzerinde yazılı bulunan aynı isme ek olarak heykelcikleri görmem tavsiye edildi.
Gittik Breestraat’a ve üstteki görüntüyü dakikalarca izledik.
‘IN DEN VERGULDEN TURK’ sözcüğünü ‘Altın kaplamalı (yaldızlı) Türk’ olarak tercüme edebiliriz.
Hiç vakit kaybetmeden şehir arşivine gittik. Oradaki görevliden, ilgi duyduğumuz bu konuda bilgi vermesini rica ettik.
Aldığımız bilgi kısaca şöyleydi:
Belediye arşivindeki bir belgede, bu binanın 1672 yılında, yani Osmanlı’nın Hollanda’yı develet olarak tanıdığı 1612’den tam 60 yıl sonra, Jan van Hout isimli ünlü birinden satın alındığı, çatı katındaki ‘Altın yaldızlanmış üzüm’ yazısının ‘Altın yaldızlanmış Türk’ olarak değiştirildiği belirtilmektedir.
Peki, ‘Üzüm’ neden ‘Türk’ olarak değiştirilmişti?
Binayı satın alan Jan Le Pla, ticaret yaptığı Ömer Ağa lakaplı bir Türk’ün, özellikle çocuklara dağıttığı hediyeler sayesinde çok sevildiğini fark edince, binanın üzerindeki ‘üzüm’ü, ‘Türk’ olarak değiştirmiş ve heykelciklerle süslemiş.
Ortada bir Osmanlı büstü, sol tarafında Deniz Tanrısı Neptün, sağ tarafında da Ticaret Tanrısı Merkür ve bir de, en sağda bir keçiden oluşan figürler çok şeyler anlatıyor. Böylece, denizaşırı ticaret sembolize edilmiş oluyor.
Leiden şehri, Türkiye ile ekonomik ilişkiler bakımından önemli bir yerdi. Önce Ömer Ağa kanalıyla Ankara’dan Angora tiftiği alınıyor, bu tiftikler Leiden’de işleniyor ve sonra da Sof kumaş olarak İzmir’e gönderiliyordu. 17’nci yüzyılın ortalarından itibaren, pek çok Hollandalı İzmir’de yerleşmeye başlamıştır.
Doğu Akdeniz Ticaret Yöneticileri Kurulu’nun bir üyesi olan zengin tüccar Jan Le Pen, Osmanlılar’ın, Leiden’de Angora tiftiğinden üretilen parlak renkli Hollanda yünlülerine gösterdiği ilgiden çok memnundu.
İşte, 53 yıl önce edindiğim bu bilgileri yayınladıktan sonra, yaşamakta olduğum Leiden’in yerel gazetesi benimle tam sayfa boyunda bir röportaj yayınlamıştı.
400 YILLIK İLİŞKİLER
2012 Yılına geldiğimiz zaman, Türkiye-Hollanda Arasında Resmi İlişkiler’in 400’üncü yılı kutlanacaktı.
Naçizane şahsım, bu ilişkileri ve 50 yıllık Türk işçi göçünü kapsayan, ansiklopedi büyüklüğünde bir kitap yayınladım. Lalesinden yeldeğirmenine, tütününden seramiğine, Johan Cruyff’ından sarışınlarına kadar tüm Hollanda’yı ele alan bu kitabımda, tabii ki lale ve diğer Türk çiçekleri ile ilgili bol bol yazı vardı.
DURMUŞ DOĞAN’IN GİRİŞİMİ
İşte, önceki gün Leiden şehrinin ünlü müzesi ‘De Lakenhal’da yapılan sempozyumda, Türkiye-Hollanda ilişkilerinin ‘Angora tiftiği’ konusu işlendi.
Türk İşadamları Derneği TOVER’in Başkanı olan Durmuş Doğan’ın Ankara Koç Üniversitesi öğretim üyeleri Alev Ayaokur, Arzur Beril Kırzı ve Mehtap Türkyılmaz ile Tarihçi Yazar Mehmet Tütüncü ile işbirliği yaparak organize ettiği sempozyumda, Ankara Tiftik Keçisi Yünü hakkında bilgiler sunuldu.
Lahey Büyükelçimiz Şaban Dişli, Leiden Belediye Başkanı Henri Renferink, Rotterdam Başkonsolosumuz Aytaç Yılmaz ve THY Amsterdam Müdürü Şerafattin Ekici gibi önemli isimlerin yanında, seçkin isimlerin de yer aldığı sempozyumda, anlatılanlar dikkatle dinlendi ve modeller de zevkle izlendi.
Sempozyum, TOVER Başkanı Durmuş Doğan’ın konuşması ile başladı. “Hollanda Türkiye ilişkilerinde ‘Lale’nin yanı sıra onun kadar önemli bir başka ürün daha var, o da Ankara Tiftik Keçisi yünü.400 yıl önce bu ürün Hollanda’ya geldi ve burada tekstil üretiminde önemli bir rol oynadı. Bu hikayenin anlatılması gerektiği düşünüyoruz. Aynı zamanda bunun Türkiye Hollanda ilişkilerinde ve Ankara Leiden özelinde yeni bir köprü vazifesi görmesini diliyoruz” diye konuşan Doğan’dan sonra Büyükelçi Şaban Dişli şunları söyledi:
“Öncelikle TOVER’e bu sempozyumu organize ettiği için teşekkür etmek istiyorum. Ankara Keçisi yününün Leiden ve Ankara şehirleri arasında oynadığı öneminin burada bir kez daha vurgulamak önemli. Diğer konuşmacılar bu ürünün tarihi önemini daha detaylı olarak anlatacaklardır. Lale’nin yanı sıra böyle bir ürünün varlığından bizleri haberdar ettikleri için de ayrıca Durmuş Doğan’a ve diğer katılımcılara teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Geriye baktığımızda iki ülke arasında yapılan ticaret ve yüzyıllardır varolan güzel ilişkiler, ileriye dönük bizlere ilham olacaktır. Son dönemde yaşanan uluslararası olaylar bizlere ilişkilerin ne kadar önemli olduğunu ve bu ikili ilişkileri iyi tutmamız gerektiğini bir kez daha gösterdi. Bu sebepten dolayı Türkiye Hollanda ilişkilerine her zaman olduğu gibi önem veriyoruz. 400 yıllık bu güçlü ilişki ve Hollanda Türk toplumunun buradaki varlığının yanı sıra bugün bizleri bir kez daha yakınlaştıran Ankara keçisi yünü ürünü olduğunu görmüş olduk.”
Daha sonra Leiden Belediye Başkanı Henri Lenferink şunları söyledi:
“Düşmanımızın düşmanı dostumuzdur’ diyerek; Hollanda, tarihte Osmanlı Devleti’ne yakınlaştı. Osmanlı Devleti de bu konuda bizlere her zaman destek çıktı. Hilal sembolü bu nedenle bizim ülkemizde ve şehrimizde İspanya’ya karşı bizim de sembolümüz haline geldi.
Katolik olmaktansa Türk olmayı tercih eden bir düşünce vardı tarihte bu topraklarda. Hem belediye binamızda hem de farklı yerlerde hilal sembolü halen görünebilir”
Ankara Koç Üniversitesi Öğretim üyesi Arzu Beril Kırzı, Hollanda’da gerçekleştirdikleri sempozyumun öndemine değindikten sonra, Ankara Keçisi Yünü’nün tarihçesini anlattı.
Amsterdam’ın dünyaca ünlü Milli Müzesi’nden Eveline Sint Nicolaas şunları anlattı:
“Sof, tiftik yününden ince bükülmüş iplikle dokunan düz kumaşa, ham sof veya som sof denir. Ankara sofu olarak da bilinmektedir. Kumaşın eni yaklaşık bir arşındır. Dokunan kumaş ancak yıkanıp fırınlandıktan sonra kullanılabilir. Kumaştaki parlaklık fırınlama ile elde edilir, Beyaz, siyah, kırmızı renkleri en çok kullanılan renklerdir. Halk tarafından giyim eşyası yapımında kullanılan softan, zaman zaman padişahlara da kaftan dikilmiştir.
Tiftik keçisi, Ankara ve Tosya civarında yetiştirildiği için sof kumaş yapımı da genellikle bu yörelerde gelişmiştir. 16. yüzyıldan itibaren Ankara sofu ün yapmıştır. Sof dokumasının Selçuklu dokumalarından olduğu ve Ankara’da 16. yüzyıldan çok daha önce dokunduğu literatürdeki kaynaklardan öğrenilmektedir.
Tarihi kaynaklara göre, Ankara keçisinden elde edilen tiftiğin dokunmasıyla oluşturulan sof kumaşı, özellikle 16. ve 17. yüzyılda altın dönemini yaşamış; ünü ülke sınırlarını aşan geleneksel kumaş, bu dönemlerde Avrupa’nın birçok ülkesine ihraç edilmiştir. Özünde beyaz olan sof kumaş, doğallığı, güneş ışınlarını yansıtması nedeniyle yazın terletmeyen, kışın üşütmeyen yapısı, kolay buruşmaması ve dayanaklılık özellikleriyle Osmanlı padişahlarının da vazgeçilmezi olmuştur. Sof kumaşlardan dikilmiş içlik, entari, cübbe ve kaftanları kullanan Osmanlı padişahları arasında Fatih Sultan Mehmet, Kanuni Sultan Süleyman gibi isimler yer alıyor.
Ankara keçisinin tiftiğinden dokunan sof, 16. yüzyıldan itibaren Ankara yaşamı ve ticaretinde önemli bir role sahip olmuştur. 1590 tarihli Ankara Şer’iye Sicilindeki bir kayıtta, Osmanlı sultanının emriyle Ankara’ya gelen Süleyman Ağa’nın burada çalışan 621 tezgahtan vergi topladığı yazılmıştır. Hatta 17. yüzyılın ortasında Ankara’daki tezgah sayısının 1000’e yükseldiği kabul edilmektedir.”
İLLE DE TİCARET…
Osmanlı-Hollanda ilişkilerinde başlıca konu ticarettir. Önceleri Hollandalı tüccarlar tarafından satın alınan başlıca ürünler Suriye ve İran’dan ipek, Asya’dan da baharat olmuştur. 17. yüzyılda da Türkiye, Hollanda’ya angora yünü ve pamuk ihraç etmeye başlamış, Hollanda da buna karşılık İzmir ve İstanbul’a pamuklu ve yünlü kumaş göndermiştir. 19. yüzyılda tütün, Türkiye’den Hollanda’ya ihraç edilen en önemli tarım ürünü olmuştur. Çağdaş Türkiye ile Hollanda arasındaki ticari ilişkilerin güçlendirilmesi için 1934’de Türk Hollanda Derneği kurulmuştur. Kuruluş anlaşması her iki ülkenin devlet başkanları, Cumhurbaşkanı Atatürk ve kraliçe Wilhelmina tarafından imzalanmıştır. Bu olaydan önce 1930’da Hollanda’nın çokuluslu şirketi Philips, Türk Philips Ltd. olarak Türkiye’de etkinlik göstermeye başlamıştır. İkinci Dünya Savaşından sonraki ilk dönemde iki ülke arasındaki ticaret hacmi düşük bir düzeyde kalmıştır. Ancak 1950’lerde Philips’ten sonra İngilizHollanda şirketi Unilever, Türkiye’de şube açan ve üretime başlayan ilk uluslararası şirketlerden biri olmuştur. Türk ekonomisin 1980’li yılların başında dışa açılmasından sonra ikili ticaret artış göstermiştir. 1993’te yapılan “karma komisyon”lardaki geleneksel hükümetlerarası ticaret görüşmelerinin yerini, her iki ülkenin özel sektörünün temsil edildiği TürkHollanda İş Konseyi tarafından yapılan danışma toplantıları almıştır. 1996 yılında Avrupa Topluluğu ve Türkiye arasında imzalanan GB anlaşması, sanayi ürünlerine uygulanan vergileri kaldırarak iki ülke arasındaki ticareti artırmıştır.
Bakınız Cengiz Özakıncı Ankara Tiftik Keçisi hikâyesini nasıl yazmıştı:
Söylenceye göre , Anadolu’da tiftik üretimi 1220 yıllarında Moğol Ordularının Kayı boyunu, Süleyman Şah’ı ve halkını Türkmen topraklarından sürüp çıkarması ile başlamıştı.
70 yıl sonra Osmanlı Devleti’ni kuracak olan Osman Bey, tiftik keçisini Anadolu’ya getiren Süleyman Şah’ın torunuydu. Süleyman Şah 1229’da ölünce oğulları Kayseri’den Ankara’ya kadar uzanan bölgede tiftik keçisi sürüleriyle yayılıp yerleşmiş ve bu bölgeyi yurt edinmişlerdi.
Ankara ve çevresinde halk tiftikten ipek gibi kumaşlar dokuyordu. Türklerin dokuduğu tiftik kumaşının ünü Ankara’dan tüm dünyaya yayıldı ve tiftik keçisi Avrupa’da, Ankara Keçisi (Angora Goat) adıyla anılmaya başladı.
“Öteden beri Ortadoğu’da olduğu kadar Avrupa ve İtalya pazarlarında aranan Türk kumaşları, bezleri ve halıları, (Selçuklu döneminde ) kazanmış oldukları ünü (Osmanlı döneminde de) koruyorlardı.
Başta tiftikten dokunan moher (mucaiarri) ya da sof’lar la (bogasi denilen pamuklu dokumalar ve ipekli kadifeler) 15. Yüzyılda ‘yeniçeri çuhası’ diye adlandırılan kumaşlar da dış ülkelerde rağbet görüyordu. Bu nedenle kumaş ticaretiyle uğraşan Türkler de artık İtalyan şehirlerine yerleşecek derecede alım satım işlerini genişletmişlerdi,” diyor Şerafettin Turan.
Tıpkı İpek kumaş gibi, Osmanlı ekonomisinin bel kemiği ve en çok gelir getiren dışsatım ürünüydü tiftik kumaşı. 1554’te bir çift Ankara keçisi bir “hanedan hediyesi” olarak Kutsal Roma İmparatorluğu’na gönderilmişti. Başta İngiltere ve Hollanda olmak üzere Avrupa’ya ve Arap ülkelerine satılan Osmanlı tiftik kumaşına Avrupa’da öyle büyük bir talep vardı ki, gün geldi Anadolu tiftik kumaşı üretimi, Avrupa’nın kumaş talebini karşılayamaz hale geldi.
Avrupa; “bize işlenmiş tiftik kumaşı satmak yerine işlenmemiş ham tiftik yünü verin, biz kendimiz dokuyalım ya da bize damızlık Ankara Keçileri satın,” diyordu.
Osmanlı’nın dünyadaki Ankara tiftik keçisi ve tiftik kumaşı tekelini kırmaya yönelik bu çabalar karşısında Sultanlar, işlenmemiş ham tiftik dışsatımına yasak koymuşlardı: Avrupa’ya yalnızca işlenmiş tiftik ürünleri, tiftik kumaşları satılacak; damızlık Ankara keçisi ve ham tiftik yünü kesinlikle yabancılara satılmayacaktı.
Kalitesiyle rekabet edemediği Osmanlı tiftik kumaşı, Avrupa’lı kumaş üreticilerinin en büyük sorunu olmuş, Avrupalılar Osmanlı topraklarından damızlık Ankara Keçisi kaçırma girişimlerine başlamışlardı.
Evliya Çelebi 1640’larda Ankara için; “burası tiftik kumaşı (sof) yeridir… Bu kumaş da Ankara’ya özgüdür. Yeryüzünde başka bir yerde üretme olanağı yoktur. Kadın ve erkek herkesin işi tiftik kumaşı dokumaktır. Fransızlar bu Ankara keçilerinden Fransa’ya götürüp yumuşak iplik eğirip tiftik kumaşı dokumak isterler de dokudukları şey sof olmaz. Hatta Ankara’dan eğrilmiş ipliği alıp Fransa’ya götürerek tiftik kumaşı yapalım dediler fakat yine olmadı.” der.
O tarihlerde başta Ankara olmak üzere; Zir, Çankırı, Beypazarı, Nallıhan ve Kalecik’te 1355 tiftik tezgahının bulunduğu ve her yıl 20.000 top kumaşın yurt dışına satıldığını bildiriyordu Tournfort.
Avrupa dokumacılıkta kol gücünden makine gücüne geçmeyi yeni yeni deniyor, ama dokumacılar kendilerini işsiz bırakacak bu makinelere karşı ayaklanıp kullanılmasını yasaklatıyorlardı. Osmanlı’da ise böyle dokumacıları işsiz bırakmakla tehdit eden dokuma makinesi icad etme girişimleri görülmüyordu.
1771’de güneybatı Almanya’da Pfalz bölgesinde bir Ankara keçisi çiftliği kurma girişimi keçilerin iklime uyumsuzluğu nedeniyle başarısız olurken, 1740’ta Ankara keçisinin İsveç’e götürülme girişimi önlenmiş ve 1778’de Venedikliler Ankara keçisi besiciliğinde (yine iklim uyumsuzluğu nedeniyle) düş kırıklığına uğramışlardı.
Osmanlı dünyanın en pahalı tiftik kumaşı tekelini kıskançlıkla koruyor, yabancıya işlenmemiş, hammadde ve damızlık keçi satmamakta direniyordu. İngilizler Osmanlı tiftik tekelini kırmak için gizlice kaçırmayı planladıkları damızlık Ankara keçilerinin dünyada uyum sağlayabileceği iklimi araştırmış ve bu keçilerin Ankara’dan başka Güney Afrika’da yaşayabileceklerini saptamışlardı.
1830’larda içinde 12 teke (erkek keçi) ve 1 anaç (dişi keçi) de bulunan bir kafile başka bir kıtaya, Afrika’ya varmak için açık denizlere yelken açmış, ancak bu 12 tekenin yolculuktan önce Osmanlılar tarafından kısırlaştırılmış olduklarının farkına varılamamıştı. Osmanlı çok kötü alay etmişti İngiliz damızlık avcılarıyla.
Ancak James Watt’ın 1765’te İngiltere’de icad ettiği buhar makinesinin 1785’te Edmond Cartwright ve 1790’da Richard Arkwright tarafından buharlı dokuma tezgahına dönüştürülmesinden sonra İngiltere’de ip eğirme ve kumaş üretiminde kol gücünün yerini buharlı makinelerin almaya başlaması, İngiliz malı ucuz fabrika işi kumaşların gümrük duvarlarına yığılarak yerli kumaş üretimini tehdit etmesi sorunuyla karşı karşıya bırakmıştı Osmanlı’yı.
İngilizler, sömürgeleri olan Hindistan’da Hintli dokumacıların ellerini, parmaklarını keserek el işi ip eğirme ve kumaş üretimine son vermiş, Hindistan’ın yerli dokumacılığını kanla, şiddetle yok etmiş ve İngiliz malı fabrika işi kumaşlarına Asya’da pazar açmışlardı böylece…
“BULUNMAZ HİNT KUMAŞI” VE İNGİLİZ EMPERYALİZMİNİN VAHŞETİ
“Bulunmaz Hint Kumaşı” deyimi dilimizde paha biçilmez değerde olup bulunması çok güç olan varlıkları anlatmakta kullanılır, “Kendini bulunmaz hint kumaşı sanıyor” demek, kendisini Hint kumaşı kertesinde değerli görüyor demektir. Bunca değerli Hint kumaşının “bulunmaz” olması 1700’lerde gerçekleşmiştir.
Friedrich Engels, “İngiltere’de İşçi Sınıfının Durumu” adlı kitabının ‘İngilizce Baskıya Önsöz’ bölümünde; “Hindistan’daki milyonlarca elle çalışan dokuma tezgahı ; İngiltere’de Lancahire’da enerjiyle çalışan dokuma tezgahları tarafından sonunda çökertildi,”der.
Engels’e göre İngiliz kumaşı makineyle üretildiği için ucuzdur, Hindistan kumaşı ise elle üretildiği için pahalıdır; eh, herkes ucuz olan İngiliz fabrika kumaşını almaya yönelince, pahalı olan Hindistan el dokuması kumaşlar müşteri bulamamış ve böylece Hint kumaşı üretimi de yok olmuştur.
Gelgelelim Engels’in bu saptamaları gerçeğe uymamaktadır. Hindistan’da dokumacılık, hiç de öyle Engels’in anlattığı gibi İngiliz fabrika kumaşının ucuzluğu nedeniyle kendiliğinden batmamıştır.
Hindistan’ı sömürgeleştiren İngilizler, orada bulunan yerli el dokumacılığını yok etmedikleri sürece İngiliz fabrika kumaşlarına Pazar açamayacaklarını anlayınca, Hindistan’daki yerli kumaş üretimini yok etmek üzere Hindistanlı dokumacıların başparmaklarını keserek onları Hint kumaşı üretemez duruma düşürmüş ve böylelikle hem dünya pazarlarında Hindistan kumaşını yok edip, İngiliz kumaşının egemenliğini sağlamaya yönelmiş, hem de Hindistan’ı İngiliz kumaşlarının tüketicisi, müşterisi durumuna düşürmüştür.
Hint dokumacılığını yok eden, Engels’in dediği gibi İngiliz fabrika kumaşının ucuzluğu değil, İngiliz emperyalizminin vahşetidir.
‘Hıristiyan Sömürgecilik Düzeni’ konusunda uzman W.Howitt : “Hıristiyan denilen bu soyun, dünyanın dört bir yanında boyundurukları altına alabildikleri halklara karşı gösterdikleri vahşet ve zulmün bir benzerine, hiçbir çağda, ne kadar yabanıl , ne kadar kaba ve ne kadar merhametsiz ve utanmaz olursa olsun, başka hiçbir soyda raslanmaz,” derken bu ve gibi durumları vurgulamaktaydı.
İngiliz emperyalistlerin 1760’lı yıllarda gerçekleştirdikleri, dünya döndükçe unutulmayacak olan Hintli dokumacıları üremez duruma getirmek için başparmaklarını kesme vahşeti, Komünist Karl Marx tarafından “ilerici bir devrim” ! olarak alkışlanmış ve Marx 10 Haziran 1853’te yazıp 25 Haziran 1853 günlü New-York Daily Tribune gazetesinin 3804.sayısında yayınlattığı köşe yazısında, bu konuda İngiliz emperyalizminin vahşetine alkış tutarak şöyle demiştir:
“İngiltere’nin Hindistan’da yerine getirmesi gereken ikili bir görevi vardır; biri yıkıcı, öteki yenileyici…İngilizler, yerli toplulukları parçalayarak, yerli sanayinin kökünü kazıyarak ve yerli toplumda büyük ve yüce olan ne varsa yerle bir ederek bu uygarlığı yıktılar.” (…)
“Sorun, İngilizlerin Hindistan’ı fethetmeye hakları olup olmadığı değil, daha önce Türkler, Persler, Ruslar tarafından fethedilmiş Hindistan’ı, İngilizler tarafından fethedilmiş Hindistan’a yeğleyip yeğlemeyeceğimizdir.” (…)
“ Bu , İngiliz sömürge yönetiminin ayırıcı özelliği değil, yalnızca Hollanda’nınkinin bir taklidir…” (…)
“İngiltere, henüz herhangi bir onarım belirtisi göstermeksizin, Hindistan toplumunun tüm çerçevesini parçalamıştır. Yenisini kazanmaksızın kendi eski dünyasının böylece yitip gitmiş olması, Hindu’nun mevcut sefaletine özel türden bir kasvet getirmekte ve İngiltere tarafından yönetilmekte olan Hindistan’ı bütün eski geleneklerinden ve tüm geçmiş tarihinden ayırmaktadır.” (…)
“Hintli eğirici ve dokumacının her ikisini birden yok eden İngiliz müdahalesi, bu küçük yarı-barbar, yarı-uygar toplulukların iktisadi temellerini dağıtmış ve böylece Asya’da o zamana dek görülmüş en büyük ve doğruyu söylemek gerekirse biricik toplumsal devrimi yaratmıştır.” (…)
“Suçu ne olursa olsun bu devrimi getirmekle İngiltere, tarihin bilinçsiz (bilincinde olmaksızın devrimci bir işlev gören) aleti olmuştur. Öyleyse, eski bir dünyanın çöküşünün yarattığı korkunç manzara bize ne denli acı gelirse gelsin, tarih açısından Goethe ile birlikte şöyle haykırmaya hakkımız vardır: “ Daha büyük haz veriyor diye, bu acı bizi yiyip bitirmeli midir? Timur yönetimi altında değil midir ki, ruhlar ölçüsüzce telef edilmiştir?” (…)
1849’da İngiltere’ye yerleşen ve ölene dek İngiltere’de yaşayan komünist önder Karl Marx’ın 1853’ te İngiliz gazetelerinde yayınlanmış ve İngiliz kapitalist-emperyalizmininvahşetlerini, “uygarlaştırıcı, ilerici,devrimci işlev görüyor” gerekçesiyle onayladığı bu köşe yazısı, günümüzde Amerika’nın Irak işgaline alkış tuttuğu için, köşe yazarlarının aslında “dönmüş” olmayıp belki de Marx’ın izinden gittiklerini göstermesi bakımından ilginç olduğu gibi, vahşet uygulamasının şu ya da bu amaçla sosyalizm adına hoşgörülebiliyor olduğunu göstermesi bakımından da anlamlıdır.
Marx’ın ilericilik ve komünizm adına onayladığı bu vahşeti, gerici ve kapitalist olduğu halde onaylamayan William Bolts (Hollandalı 1740-1808) , Hindistan’lı dokuma işçilerinin salt el tezgahlarında yerli kumaş üretemesinler de fabrika işi İngiliz kumaşlarında Pazar açılsın diye parmaklarının kesilmesine isyan ederek, bu vahşeti yapan İngiliz Doğu Hindistan Şirketi’nden ayrılmıştır.
Hindistan’da Doğu Hindistan Şirketi’nin yönetim kurulu üyeliğini yapan William Bolts, Hintli dokumacılara uygulanan vahşete dayanamayıp şirketten ayrıldıktan sonra , İngilizlerin Hindistan’da yerli dokumacılığı öldürmek için yaptıkları her şeyi ilk basımı 1772’de Londra’da yayınlanan “Considerations on İndia Affairs” adlı kitabında belgeleriyle anlatmıştır.
“İngiliz Emperyalistlerinin fabrika ürünü kumaşları ucuz olduğu için pahalı el üretimi Hint kumaşının yerini almıştır,” diyen Marxizmin ikinci önderi Engels, kendisi dokuma fabrikatörü bir İngiliz emperyalist kapitalisti olduğu için İngilizlerin Hindistan’da yerli kumaş üretimi üreticilerin başparmaklarını keserek yok ettikleri gerçeğini yok saymıştır.
Ne denli William Bolts’un parmak kesme vahşetini anlattığı kitabı 1772,1773,1775 yıllarında yayınlandıktan sonra İngiltere Milli Kütüphanesi Britsh Library’de bir tane bile bulunmayacak biçimde ortadan kaldırıldıysa da , Marx ve Engels’in yaşadıkları yıllarda ,1832’de Londra’da yayınlanan bir başka kitap, Simon Ansley Ferrall’ın “Amerika Birleşik Devletleri’nde 6000 Millik Gezi” (A Ramble of Six thousand Miles Through the United States of Amerika) adlı kitabı Bolts’un yok edilen O kitabından alıntılar aktarıyor ve İngilizlerin Hindistan’da yerli halka uyguladığı vahşeti, Amerika’da beyazların gerçekleştirdiği karaderili ve Kızılderili soykıyımlarıyla ve köle ticaretiyle karşılaştırarak ödeştiriyordu.
Amerikalıların İngilizleri Bolts’un 1772’de yayınlanan kitabına dayanarak Hindistan’da soykırımcılık ile suçlamalarına karşılık, İngilizler de Ferrall’ın kitabıyla Amerikalıları Kızılderili soykırımcılığıyla suçlayarak kendi suçlarının üzerini örtmeye çalışıyordu.
Komünizmin iki önderi Marx ve Engels’in , bir yandan İngiliz emperyalizminin Hindistan’daki vahşetini ilericilik adına kutsarken, öte yandan Amerikalıların yerli İroquois Kızılderililere ve karaderililere yönelik soykırımını uygarlık adına lanetlemerindeki tutarsızlık; ilginç bir durumdur.
Kapitalist emperyalizmin kendi fabrika ürünlerini el dokumasının yerine koymak için dokumacılarının düğüm atmasını önlemek üzere başparmaklarını kesmeye dek varan vahşeti, eğer Osmanlı İngilizlere gümrük duvarını indirip pazarı sonuna dek açmamış olsaydı, belki Osmanlı’da da gerçekleşecekti.
OSMANLI DOKUMACILIĞININ SONU
1800’lerin başında yerli iplik ve kumaş üretimi tıpkı Hindistan’da olduğu gibi vahşi İngilizlerin fabrika ürünleri tarafından tehdit edilirken, bir de 1789 Fransız devrimi’nden kaynaklanan etnik ayrılıkçı akımlarla başı derde giriyordu Osmanlı’nın.
1821’de Yunanlıların Mora’da çıkardıkları ayrılıkçı ayaklanmaya koşut olarak Girit’te de yeni bir ayaklanma başlamış, bu ayaklanmalar 1825 yılında bastırılmış; 1827’de Rus-İngiliz ve Fransız donanmaları, Yunanistan’a bağımsızlık verilmesi istemiyle, savaş bile ilan etmeden, ani bir baskınla, Navarin’de Türk donanmasına saldırıp 57 Türk gemisini batırarak 8000 askerimizi şehit etmişler.
Ardından 8 Mayıs 1828’de Rusya, Osmanlılara savaş ilan etmiş, savaş sonunda 1830 yılında imzalanan Londra Protokolü ile İngiltere, Rusya ve Fransa’nın koruması altında bağımsız Yunanistan kurulmuş ve ardından Osmanlı’ya sadık olan Mısır Valisi Mehmet Ali Paşa de çeşitli uyuşmazlıklar nedeniyle Fransızlarla işbirliği yaparak ordusuyla Osmanlı’nın üzerine yürümüş, tüm Mısır,Suriye,Irak ve Anadolu topraklarını ele geçirmiş; İzmit’e dek dayanmıştı.
Osmanlı İmparatorluğu dış kışkırtmalarla örgütlenen iç ayaklanmalarla sarsılmış ,yıkılma noktasına gelmişken, 1835’lerde Ankara’ya gelen İngiliz gezgin Hamilton burada tiftik kumaşı üreten 1000 ‘den çok tezgahın bulunduğunu yazıyordu.
Osmanlı’nın ayrılıkçı iç ayaklanmalarla ve Mehmet Ali Paşa İsyanıyla bunaldığı 1837’de , 18 yaşında tahta çıkan İngiltere Kraliçesi Victoria, Fransızlarla işbirliği yapıp İngiliz mallarının Mısır ve Suriye’da satılmasını yasaklayan Mehmet Ali Paşa’ya karşı Osmanlı Padişahı II.Mahmud’la 1838 Balta Limanı Antlaşması imzalayarak, Osmanlı tahtının Mehmet Ali Paşa eline geçmesini önlemek karşılığında, İngiliz mallarına uygulanan gümrüğü kaldırtmış ve böylece bir yandan Osmanlı pazarını ucuz İngiliz fabrika kumaşlarıyla doldurarak Türk yerli dokuma sanayisini yok etmeye yönelirken, bir yandan da ham tiftik ve damızlık tiftik keçisinin yabancılara satışını önleyen yasakları delmişti.
Osmanlı’nın sanayisini, ticaretini,dirliğini,düzenliğini bir daha hiç düzelmeycek denli baltalayan 1838 Balta Limanı Antlaşmasından sonra ,İngiliz Albay Handerson Ankara’dan seçtiği damızlık tiftik keçilerini Güney Afrika’da özel olarak kurulan İngiliz çiftliklerine götürmüş, çoğaltmış ve böylelikle 1856’ya gelindiğinde İngiltere, Osmanlı’nın 1838’e dek kıskançlıkla koruduğu tiftik kumaşı tekeline son vermişti.
İşte 2001’de yeniden basımını gerçekleştirdiğim Sadri Ertem’in “Çıkrıklar Durunca” adlı romanı , Ankara, Bolu, Adapazarı çevresinde Ankara tiftik keçisi besiciliği ve tiftik dokumacılığıyla geçimlerini sürdüren Türkmenlerin, padişah fermanıyla İngilizlere damızlık tiftik keçisi verilmesine karşı canlarını ortaya koyarak ayaklanmalarını anlatıyordu.
Kendisini Padişah’a Müslüman olmaya çok yakın ve zabitlere karşı çıkıp damızlık tiftik keçisi vermemek için silaha sarılırlar. Haber duyulur ve damızlık keçileri İngilizlere vermemek için silahlanan Türkmenlerin sayısı onbinlere varır. Osmanlı İngiliz’e damızlık vermeyen Türkmenlerin üzerine ordu gönderir. Üç yıl süren direniş kanla bastırılır ve İngiliz’e istediği damızlık Ankara keçileri verilir.
İngiliz ,isyancıların dinmeyen öfkesinden korunmak için tiftik keçilerini siyaha boyayarak kaçırır o topraklardan , limana ulaşıp Güney Afrika’ya doğru da yola çıkar.
ANKARA KEÇİSİNE İNGİLİZ DAMGASI
Böylece 1550’lerde Osman Bey’in dedesi Süleyman Şah’ın Türkistan’dan Anadolu’ya getirdiği tiftik keçileriyle, Osmanlı-Türk Tiftik Kumaş tekeli üzerinde yükselen Osmanlı İmparatorluğu 1838’de bu tekeli İngilizlere kaptırıp elinden kaçırmakla, kendi sonunu da belirlemiş oluyor ve Ankara Keçisi’ne İngiliz damgası vuruluyordu: British Angora Goat Society
Ankara keçisinin bin yıllık öyküsü gösteriyor ki; Osmanlı, savaş alanlarında askeri ve siyasi yenilgilere uğramadan önce, bilimsel ,teknolojik alanda geri kalarak ekonomik-siyasi çöküntüye ve askeri yenilgilere uğratılmış, üretimde buhar gücünden yararlanamayan Osmanlı sanayisi, ucuz yabancı fabrika ürünlerinin karşısına, el yapımı yerli pahalı ürünlerle dikilemediği içindir ki, yerli çıkrıklar durmuş ve 600 yıl Batı’ya ekonomik olarak da üstün olan Osmanlı çökmüştü.
İlk yayınlanışının üzerinden 70 yıl geçtikten sonra yeni basımını yaptığım “Çıkrıklar Durunca”’ya yazdığı sunumda, Atilla İlhan da bu gerçeği belirterek şöyle diyordu:
“Batı’nın Deli Gömleği’nden aktardığım, hayli eski bir söyleşime, şöyle bir göz atar mıydınız? Tesadüf, “Çıkrıklar Durunca…”’nın üzerinde geliştiği fabrika malı satanlarla dokumacılar arasındaki mücadeleyi irdelemiştim:
“Hüseyin Avni Bey yazıyor. (…) 1800 ve 1820 yıllarında İstanbul’da kumaş esnafının 2.750 ve Kemahçı (havız kadife) esnafının da 350 tezgahı vardı. Bütün bu tezgahlarda 5 binden fazla insan çalışıyordu. 1868 yılında yerli sanayin ıslahı için hazırlanan bir inceleme raporunda, bu kumaş tezgahlarından ancak 25 (evet, yanlış okumadınız beyler hanımlar) tane kaldığı esefle kaydedilmektedir. Bu raporun yazıldığı devrede, Avrupa sanayinin dokuma eşyası bol bol ve ucuza gümrük kapılarından giriyor ve yerli imalathaneleri tazyik ediyordu. Zamanla imalathaneler kapanıyor, bunların yerine Avrupa malı satan mağazalar açılıyordu…” (bkz: Yarı Müstemleke Oluş Tarihi) “…gerçekte, o dönemde, bu anlamda ASRİLİK, düpedüz İHANET idi….”
İşte “Çıkrıklar Durunca”…daha 1930’lu yıllarda bu yakıcı gerçeği kavramış, sayfalarına dökmüştü. (…) “Çıkrıklar Durunca”’nın yeni basımı için yetmiş yıl beklemiş olmamız, ayrı ve havsalarının alamayacağı bir utanç değil mi? (Atilla İlhan , 24 Ocak 2000,Maçka-İstanbul)
Meşrutiyet’in ilanından sonra Anadolu’yu dolaşarak her gittiği yerde gördüklerini gazetesine ileten ‘Anadolu’da Tanin’ gazetesi yazarı Ahmet Şerif, 28 Kasım 1909’da şunları yazıyordu Ankara’dan:
“Tiftik ticaretinin Ankara vilayetinin hayatı demek olduğu bilinen bir şeydir. Bu sırada hükümet tarafından her nasılsa elli tiftik keçisi ve yavrularının Avusturya’ya götürülmesine izin verilmesi haberinin yayılması halka kötü bir etki yapmıştır. Diyorlar ki: “Evvelce İngiltere bu keçileri Ümit Burnu’na götürdü, gerçi bunlar cinsiyetlerini kaybettilerse de her halde bugün tiftik fiatının düşmesine sebep oldular. Bu meydanda iken yine Avursturya’ya götürülmesine izin verilmesi pek garip oluyor.” Halk haklıdır. Fakat hükümeti bunu kabule sevkeden sebepler bilinmiyor ki: Ben yalnız bunu işaret etmekle yetinebileceğim.”
Tiftik
Büyüleyici bir ırk olarak, Ankara Keçisi, insanoğlunun tanıdığı yaşayan en eski genlerden biridir. Orijininin dindar keşişlerin yaşadığı Tibet dağları olduğu söylenir. Tiftik, ki bu narin yaratığın kırkılan tüyüdür, yumuşaklığı, göz alıcı parlaklığı ve üstün boyanabilme yeteneği nedeniyle, tarihi izlerinin antik çağlara kadar sürdürülmesini değer kılar.
M.Ö. 11.,12, ve hatta 14.asra kadar eski kayıtlarda Ankara keçisinin varlığından izler vardır. Bu dönemde, Türkmenistan’da, Sümerler olarak bilinen bir antik medeniyet çiviyazısını icat etmişti. Işte bu yazı ile yazılan tabletler anaç keçi ve yavrularının, giysilik beyaz yünlerin varlığından bahsetmektedir. O’nun kesin olarak ortaya çıkışını Kutsal Kitap’tan takip edebiliriz. Isa’dan 1500 yıl önce, Exodus’ün kitabında Mısır’dan kaçan Israil oğullarının “sunaklarda örtü olarak kullanılmak üzere, tiftiklerinden kumaş dokudukları keçileri de beraberlerinde götürdükleri” nakledilmektedir.
Ankara keçisi bu ismini sonradan Türkiye’de, bu gün başkent olarak daha iyi bilinen Ankara’dan almıştır. Mohair (tiftik) kelimesi de parlak keçi tüyünden yapılan giysi anlamına gelen “mukhaya”‘dan gelmektedir.
Ankara’da tiftikçilik, bu nadide hayvanların Türkistan’dan Anadolu’ya binlerce kilometrelik uzun ve zorlu , inanılmaz bir yolculuğundan sonra başlamıştır. Yolculuk 13. Asırda Cengiz Han’ın Süleyman Şah’ı ve halkını Türkmen topraklarından sürüp çıkarması ile başladı. Süleyman Şah, keçi sürüsünü her gün kısa mesafeler sürerek Hazar Denizi’ni geçip nihayet Fırat nehrine ulaştı. Ne yazık ki nehri geçmeğe çalışırken boğularak öldü.
Liderliği oğlu Ertuğrul aldı ve o Konya’ya vardı. Sultan Alaaddin’in tebası oldu. Ve övgüye değer hizmetlerinden dolayı Kayseri’den Ankara’ya kadar uzanan bir yurtluk ile ödüllendirildi. Bu bölgede Ankara keçileri yayılıp yerleşti. Bölgenin iklimi müsait, havası ve suyu temiz ve şartlar yetiştiricilik ve üstün kaliteli tiftik elde etmek için mükemmeldi.
Ankara halkı tiftiklerin olağanüstü güzelliğini iklim koşullarına değil, bir ermiş kişi olan Hacı Bayram Veli’ nin kudretine bağladı. Ve Sultanların giymesi için tiftikten ipek gibi kumaşlar dokudu.
Bu helezoni boynuzlu keçi ve tiftiğinin çok yönlü kullanılırlığı ve güzelliği 1550’de bir Hollanda’lı tarafından keşfedildi. Böylelikle başlayıp gelişen talep Avrupa’da tiftik endüstrisinin başlangıcını teşkil eder. Dört yıl sonra bir çift Ankara keçisi bir ” hanedan hediyesi” olarak Kutsal Roma Imparatorluğu’na gönderildi. Çok geçmeden Anadolu tiftik üretim miktarı Avrupa’nın talebini karşılayamaz hale gelince Sultan ham tiftik ihracına ambargo koymak zorunda kaldı. Ancak yabancı pazar ihtiyacı için tiftik ipliği ve kumaşı imalatına devam edildi. Sonunda tiftik, 1600’larda, Ingiltere’ye de sızdı; sonra Avrupalıların imal ettiği kaliteli ve ucuz tiftik iplikleri Türk mamullerine olan talebi bastırınca dokuma tezgahları gözden kaybolmaya başladı.
Avrupalıların Anadolu’dan canlı Ankara keçisi çıkarma girişimleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır. Ta Tibet’den Anadolu’ya, kıraç ve verimsiz toprakları kat ederek inanılmaz bir yolculuğu başarıyla yapan Ankara keçisi, insanoğlunun kendisini yurdundan götürme çabalarına şiddetle karşı koymuştur.
– 1740. Ankara keçisinin İsveç’e götürülme girişimi, başarısız.
– 1711. Pfalz bölgesi (güneybatı Almanya’da bir bölge) insanları bir Ankara keçisi çiftliği kurmak istediler, gene başarısızlık.
– 1778. Venedik’te, aynı hayal kırıklığı.
Nihayet Ingiltere kraliçesi Victoria Osmanlı padişahına baskı yaparak ham tiftik ihracı üzerindeki yasaklamanın kaldırılmasını sağladı. Ancak hızla yükselen ham tiftik talebi Ankara keçisi yetiştiricisinin melezlemeye gitmesine yol açtı ve bir ara, Ankara keçisi, kendi neslinin tükenmesi tehlikesiyle yüz yüze geldi.
Tiftiğin sağlamlığı ve dayanıklılığı ile kumaşının buruşmaya karşı direnci Ingiliz yünlü endüstrisi tarafından biliniyordu; ancak Ankara keçisini Ingiltere ile tanıştırabilme çabaları da boşa çıktı.
1830’larda Ankara keçisi Güney Afrika’nın hasetine neden oldu. Sonunda, içinde 12 teke (erkek keçi) ve 1 anaç(dişi keçi) de bulunan bir kafile başka bir kıtaya, Afrika’ya varmak için açık denizlere yelken açtı. Ancak bu 12 adet tekenin yolculuktan önce Osmanlılar tarafından kısırlaştırılmış olduklarının farkına varılmadı. Varıldığında da salimen karaya ulaşmanın sevinci bir anda uçup gitti. Ancak, bir mucize olmuş ve anaç keçi yolculuk esnasında gemide bir erkek yavru dünyaya getirmişti. Bunların yerli ırk keçiler ile yaptıkları melezlemeler sonucunda bugünkü G. Afrika tiftik endüstrisinin temeli atılmış oldu. Kısa zaman sonra 30 tiftik keçisi daha geldi. Ve 1856’da G. Afrika çok yüksek selektiv yetiştiricilik nedeniyle kaliteli tiftik üreten bir ülke durumuna geçti. Başarı sonunda geldi ve bugüne kadar G. Afrika ve Türkiye önemli iki yetiştirici ülke olarak kaldı.
ABD Teksas’da da önemli miktarda tiftik üretilmektedir, ki , başlangıcı 19. YY. ortalarında o zamanki Osmanlı Sultanı Abdülmecit ‘in ABD başkanı Polk’tan pamuk üretimi konusunda bir uzman istemesiyle, neredeyse bir raslantı olaya dayanır. Columbia SC’den Dr.J.B.Davis Osmanlı pamuk üreticiliği üzerinde incelemeler yapmak ve gerekli tavsiyelerde bulunmak maksadıyla atanmış ve 1849 yılında görevini tamamladıktan sonra Birleşik Devletlere dönerken yanında 9 adet safkan Ankara keçisini de götürmüştür. Çok saygı gösterilen bir çiftlik hayvanı yetiştiricisi olan Atlanta’lı Richard Peters tarafından teşhis edilinceye kadar bunların kaşmer keçisi olduklarına inanıldı. Bu hayvanlar halkın gittikçe artan ilgisini çekti. Öyle ki, 1860 yılında albay Peters bir baş Ankara keçisi için $1500 fiyat gerçekleştirmiştir. Hatta bunların tanesi ağırlığınca gümüş ediyordu.
1880 yılında Boston gazetesi Ankara keçilerinin, yurdışına çıkarılmak üzere, katırlarla çekilen arabalarla Anadolu’nun Gerede bölgesinden yüzlerce mil öteye götürülmekte olduklarını yazdı. Böylelikle, Ankara keçisi, Türkiye’den başka çok az ve bir birinden çok uzakta Teksas, Güney Afrika, Lesoto ve Arjantin gibi ülkelerde; bir kısmı da Avustralya ve Yeni Zelanda da yetiştirildi. Ingiltere’de ise çok az sayıda bulunuyordu.
Parlak ve uzun ipeksi yününe Krallar ve Sultanlar tarafından saygı duyulan bu değerli hayvan, binlerce yıldır, bir çok insan için hayranlık sübjesi olarak, dünyanın her yerinde imalatçıların, moda tasarımcılarının ve iç mimarların hayallerine hükmetmektedir.
Bir zamanlar Türk Sultanı tarafından ateşli bir kıskançlıkla korunan tiftik, emsalsiz güzelliği, ipeksi dokusu ve nihayet dayanıklılığı ile bir nadir ve lüks elyaftır.
TEKSTİL ENDÜSTRISİNDE TİFTİK Moda eğilimleri olarak başlayan eğilimler, hayat tarzı seçimleri haline gelmiş bulunmaktadır. Sağlık bilinci, doğal besinler ve doğal elyaf, son yirmi yıldır ileri sürülen temel yeni ideallerd