Bazen yol almak için yürümek değil, durmak gerekir...
”Mutsuzluk”, hayat cümlemin gizli öznesi…
Hayat sahnesinde oyuncu değil, seyirciyim adeta. Geçmiş kenara, seyrediyorum kendimi. Bu yaşadığım hayat bana ait olamaz. Bu hayatı yaşayan ben olamam. Bu ben değilim.
Kendimi ait hissetmediğim bir hayatın içindeyim... Artık kendimi tanıyamaz oldum. Hayatımı sorgulamayalı uzun zaman oldu. Sanki bir robota dönüştüm. Neden, niçin demeyen, hayır kelimesini lügatınden silmiş, her şeye boyun eğen bir robot gibi hayatıma devam ediyorum. Kendimden vazgeçmiş bir halde, rüzgârla savrulan bir yaprak gibiyim adeta. Hayatıma yön veremiyor, yönlendirilen bir hayatı yaşıyorum. Geleceğe dair umutlarım öksüz kaldı...
Bazen içinden geleni yazarsın, bazen de içinden gideni. Ben, benden gidenleri yazıyorum. Bu yazdıklarım; sustuklarımın sadece bir özeti. Yazmak, sessiz haykırmaktır. Haykırıyorum mutsuzluğumu. Duyan var mı?
Geceleri gizli gizli ağlıyorum. Mutlu değilim. Hem de hiç mutlu değilim. Nefes alamıyor, boğuluyorum...
Mutsuzluğumu kimseyle paylaşamıyorum, en yakınlarımla bile...Tepkileri ne olur, bilemiyorum. Belki de “çekmek zorundasın, katlanacaksın” diyecekler. Belki de “çık gel yanımıza, kapımız her zaman sana açık” diyecekler...
Kendini mecbur hissetmek en kötüsü... Bu duyguyu sevmiyorum. Mecbur olmamalıyım mutsuzluğa, memnun olmadığım bir yaşamın içinde olmaya. Onu anlamakla, ona katlanmak arasında sıkıştım kaldım. Ne yapmalı, nerden başlamalı bilmiyorum. Kimden yardım istemeli, kime güvenmeliyim?
Hayatımın akışını değiştirmek için cesaret ararken, istemediğim bir hayatı yaşamak için kalmak cesaret mi, korkaklık mı? En çok yaptığım şey; pasif isyan. Sessizce ağlıyorum...
Ben nefes aldıkça, havadaki oksijen azalıyor sanki. Baş ağrılarım çoğaldı. Bazen dayanılmaz bir dereceye geliyor bu ağrılar. Uyumak; saatlerce, haftalarca, aylarca, belki de yıllarca... Mutsuzluğum geçene kadar uyumak istiyorum. Kimse bana dokunmasın, kimse benden bir şey istemesin. Beni bana bıraksın...
Herkesin hayatı kendine göre zorluklarla dolu. Bu hayat yükü, sandığım kadar ağır değil. Ben nasıl taşımam gerektiğini bilmiyorum belki de. Her zaman olduğu gibi yine kendimde arıyorum hatayı. İnsanların beni yorması yetmiyor gibi, bir de ben kendimi yoruyorum suçlayarak. Aslında kendime kızgınım, kendimi suçlamam bu yüzden. Kendimle olan bir savaşım var. Hayatımın gidişatını değiştiremediğim için kızgınlığım kendime. Kabullenişim, memnunmuşum gibi görünüşüm, kendime olan öfkemi artırıyor. Neden mutluymuşum gibi yapıyorum, neden hep “miş” gibi, neden?
Hani Hollywood filmlerinde final sahnelerinde olur ya bazen: Yolun ortasında ellerimi yana, başımı havaya kaldırıp sesimin yettiğince “hayır” diye haykırmak istiyorum. Ama bu hayır, kaderime değil… Kendime hayır diyorum. “Yapma bunu, devam etme böyle… Hayır’ı artık hayata geçir!” demek için bu haykırışım kendime. İsyanım Yaratan’ıma değil, bana...
Gözyaşlarımı içime akıtmaktan usandım. Sahte gülücükler yerine samimi gözyaşları olması gerekmez mi? Bana yakışan, sahtelikler değil ki... İçim avaz avaz ağlarken, dışım gülücükler dağıtıyor. Dışım panayır yeri, içim savaş yeri...
Herkes, içimde kopan fırtınalardan habersiz, mutlu aile pozu vermek de neyin nesi? Mutlu değilim ki...
Son zamanlarda sağlığım da iyi değil. Sürekli başım dönüyor. Mide kramplarım oluyor aralıklarla. Bir labirentin içindeyim. Çıkışa varamıyorum. Yolları aradıkça kafam karışıyor, panikliyorum. Artık yolu aramaktan da yoruldum. Ben bu oyundan sıkıldım. Evet, mızıkçılık yapıyorum, oynamıyorum ben. Biri beni bu labirentten çıkarsın, bunalıyorum.
Uyuyanı uyandırmak kolaydır, ama uyuyor taklidi yapanı uyandırmak zordur. Sanırım bu yüzden geç uyandım... Anladım ki; kendime gelmem için başkasından gitmem gerek...
Gülsemin Konca
FACEBOOK YORUMLAR